
Muhsin dedeyi ilk defa her okul çıkışı oynadığımız parkta gördük. Yerlere uzanan eskimiş gri paltosu, soluk lacivert pantolonu, çamur lekeli siyah botlarıyla kambur bir silüet halinde ilerliyordu. Elinde sanki dünyayı taşıyormuş gibi kocaman, ağır mı ağır dört torba vardı. Hali tavrı merakımızı uyandırdığından uzun süre gözlerimizi ondan alamadık. Elimizde olmadan ona yaklaşıp daha yakından seyretmeye başladık. Sonunda yaklaştığımızı duymuş olacak ki, ensesinde tel tel uzanan yana taranmış koyu gri saçlı başını çevirip baktı. Kocaman ela gözlerini fal taşı gibi açmış, “Ne istiyorsunuz,” der gibi şüpheci gözlerini üzerimize dikince hem korktuk hem de donakaldık. Kemerli kocaman burnu, hafif kalkık kocaman kaşları ve ince yüzüyle onu Gargamel’e benzettik. Başımızı sallayıp oradan sıvışmaya hazırlanıyorduk ki, gür sesiyle bize bağırdı.
“Çocuklar saatlerdir ne yaptığıma bakıyorsunuz, hiç birinizin aklından geçmez mi burada yaşlı bir amca var, kilolarca torbayı taşıyor, gidip bir yardım edelim, diye. Haydi yardım etsenize bana!”
Hemen yanına koştuk, torbaları onunla parkın havuzuna kadar taşıdık. Torbadan çıkan yemlerle kuşları besledik. Bu arada konuşup birbirimizi tanıma fırsatı bulduk. Adı Muhsin’miş, mahallemize yeni taşınmış. Adımızın Ahmet, Engin ve Oktay olduğunu, bu mahallede oturup burada bir ilkokulda okuduğumuzu, ailemizin ne iş yaptığını filan öğrendikten sonra, “Aferin size! Akıllı, yardımsever çocuklarsınız. İster misiniz yardımlarınızın ödülü olarak size bir masal anlatayım?”



